Sayfalar

Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk


Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadı­ğımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sor­dukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum.

Ve hepsi­ne haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yü­zey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin “medeni durum” dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine sap­tadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene eriş­mek o denli kolay ki…

Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm ya­şamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgula­rının sizler için hiçbir değeri yok ki.. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hep­sini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl an­layışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağda­şan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermedi­ğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediği­niz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.

Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Ev­lerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuru­luşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, se­rum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile ol­mayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaala­nı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabah­ta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.



Herhangi bir yol. Bu yolun İstanbul’da bitmesi bir rastlantı. Kenti, ülkeyi, yolları ben seçmedim ki. Hiçbir yerde değilim. Hiçbir yerde olmayacağım. Hiçbir şeyi benimsemeyeceğim. Uzay kentlerini andıran bu otelde yıllar boyu binlerce insan konaklayacak. Ben onlardan birincisiyim. Burada oturuyorum ve temmuz ayının zaman zaman bulutlanan gökyüzüne bakıyo­rum. İnsanlarla konuşuyorum. Özlediğim tepelere bakıyorum. Her tepe benim değil mi. Her toprak. Her insan. Her insan ben değil miyim. Her insan kendi sevgisini taşımıyor mu. O halde neden ilişkileri bir tek insanda toplamak. Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum dedikleri kitlenin bir arada­ki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor. Aklı­mı ellerinizden kurtardım. Geçti. Ben gökyüzümün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve son­suz ufku boyunca sürekli gideceğim.
Güzel, küçük burjuva ya da büyük burjuva ya da parlak, duygusal, romantik, heyecanlı, harika, içten, sürekli, gelişen in­san ilişkileri, ikili insan ilişkileri hiçbir zaman çıkış noktam olmadı. Bu tür ilişkileri, sürekli evlilikleri her zaman yanlış, top­lumsal düzenin yanlış kurumları olarak nitelendirdim, nitelen­direceğim. Onlara karşı direndim, direneceğim. Kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır. Başarı diye nitelendirdiği­niz olgulara direnmem için en az sizin kadar başarılı olabilmem gerektiğinden. Böylesi bir görüş dışında var olmak istemiyorum. İnsan ilişkilerini değiştirmek için yaşıyorum. Hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum.

Değişecek. Dünya küresinin dağları, denizleri, okyanusları, gölleri, ovaları, bozkır ve çölleri, nehir yatakları, buzulları, kent ve köyleri nasıl değişiyorsa, insan ilişkileri de değişecek. İnsan­dan, içgüdüleri ile bağdaşmayan uğraşların beklenmediği bir dönem de olacak. Kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluktur. Başka hiçbir şey. İşte dün böylesine oturdum yeni otelin terasında. Doyumsuz dünyanın güneşi al­tında ısındım. Doyumsuz ışıklarına baktım. Bir kasım ayı gök­yüzünü düşündüm. Geniş bir ağaçlık alan üzerindeki bulutları. Gri rengin tüm çeşitlerini, koyu ve açık tonlarını içeren, kış mevsimini yaklaştıran yoğun bulutları. Bulutlar arasındaki kü­çük boşlukların derinliğindeki maviliği. Bu boşluklardan sızan ve rüzgarla birlikte batıya doğru yürüyen ışık yollarını. Do­yumsuz bulutların sonsuzluğunu.

Dün masama gelip oturanlar oldu. Bir kamyon şoförü, ote­lin mühendisi. Yüzme havuzu inşaatında çalışan işçiler. Birlikte kahve ve konyak içtik. Biri, karısından ayrılmanın burukluğu içindeydi. Sevgiler geçer, sevgiler gelir, dedik. Tüm ayrılıklara, tüm sevgilere içtik. Herhangi bir temmuz gününün anlarını yalnız bir kez bölüştüğüm bu insanlar ne denli dost.
Güneş tepelere yaklaşırken gene terastayız. Gene kahve ve konyak içiyoruz. Biri, adının “Zoran” olduğunu ve bunun “Gü­neş doğuyor” anlamına geldiğini söylüyor.

Şimdi saat sabahın sekizi. Yazmaya ara veriyorum. Git­mem gerek. Yeni resimler görmem gerek. Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir resim bulana dek git­mem gerek. Bu kez S. Stefano Belbo’ya dek. Otuz iki yıl önce intihar eden bu yazar, sanki orada beni bekliyor. Onun tepeleri­ni, onun evlerini, onun caddelerini görmek, onu koşullandıran doğa parçasını yaşamak, biraz da onu yaşamak olmayacak mı.

E-5′e dönmeyeceğim. Başka yollardan gitmem gerek. Her gittiğim yolun yeni bir yol olması gerek.
Hava bulutlu. İşçiler Türkiye’ye doğru akıyor. Kavrayamı­yorum. Çevremde olup biten hiçbir şeyi kavrayamıyorum. Oysa hiçbir durum yabana değil. Ama kavranması, benimsenmesi olanaksız. İnsan yalnız kendi değer yargılarını benimsiyor. Ve bunlar genel yaşam yargılarından o denli başka ki… Uzun yıllar boyu bu yaşama karşıt yaşamı sürüklemek hiç de kolay değil. Hem kolay hem mümkün değil. Yabancısı olmadığım bir tek olgu var. O da kendi varoluşum. Belki tek mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir.

“Tek günah, insanın kendi yaptığını kavrayamamasıdır.”

Her yerde tatile giden ya da tatilden dönen insanlar kayna­şıp duruyor. Araplar, Almanlar, Türk işçileri ve Yugoslavlar ve her ulusun insanları. Otelin önünde büyük bir otobüs duruyor. İçi Türk işçileriyle dolu. Çalışan insanların hepsi doğal. Tatil in­sanlarının hiçbiri, hiçbir yerde dayanılır gibi değil.

Duvarlarım gerisine dönmem gerek. Gökyüzü altındaki yaşam bana göre değil. Ben gökyüzüne ancak duvarlarım geri­sinden bakabilirim. Cenova’da olduğu gibi denizi bulmam mümkün olmayacak. Ben ve benim gibilerin tüm çevresinin ge­ne kendi duvarları gerisi olduğunu anlıyorum. Kumsalımız, caddelerimiz, ağaçlarımız, sevgilerimiz yalnız ve yalnız düşün­celerimizle sınırlı. Tüm dünyamız. Çok genç yaşlarımın, henüz yirmime varmadığım yaşların nihilizmi, şimdi bu yol kenarın­daki büyük otelden ayrıldığım anlarda en güçlü inanç olarak yeniden beliriyor. O zamanlar dünyayı tıpkı bugünkü gibi, tıp­kı şimdi, şu an önümde, E-5 üzerinde uzandığı gibi düşünmüş­tüm.

Yağmur çiseliyor.Buğdaylar biçilmiş, tarla üzerinde yığılı duruyor. Gençlerin hiçbiri yok. Bayrakla dans eden gençler. Bayrakları sevmem. Çocukken de bayrakları sevmezdim. Dün ısıtan güneş de yok bugün. Zoran doğmadı.

Otobüs İstanbul’dan geliyor. Otobüsten şişman kadınlar iniyor. Uzun, renkli etekler giymişler. Büyük şişelerde su taşı­yorlar. Bütün bu insanlar hem çok yemek yiyor, hem de çok su içiyorlar.
Bulutlu ve yağmurun çiselediği bir temmuz sabahında S. Stefano Belbo’yu özlüyorum. Torino’ya varabilmeyi. Akde­niz’den vazgeçtim, Güneşten ve sahilden de. Oralar, tatil insanlarının. Oysa ben tüm yaşamı gökyüzü altında bir tatil olarak görüyorum. Çalışmayı bile. Belki de çeşitli ülke insanlarının ya­şamından uzaklaşabilmek için, geceleri gündüze, gündüzleri gecelere dönüştürmem gerek.
Hangi zorunluluk her olguyu bu denli güçleştiriyor. Söz­cükler. Ve aynı anda her şey olmak: Kadın, erkek, çocuk, yetiş­kin, deniz, güneş, gece, sabah, korku, cesaret, sonsuzluk, sınırlı­lık, karanlık, bulut, seven, sevilen, giden, duran, anlayan, anla­mayan, doğan doğmamış olan, var olan ve var olmayan bir hiç.

Otelde çalışanlardan birinin arabasıyla kente doğru gidiyo­ruz.
Bu kez kentin adı Niş.
Bir bütan-gaz deposu önünde duruyor.
— Araba gazla çalışıyor, diyor.
Arabanın benzin istasyonu önünde durmaması bile sevindi­rici bir değişiklik. Radyo günün ısı derecelerini veriyor. Tek söz­cük anlamıyorum. Yağmur çiselemesini sürdürüyor. Hemen hemen günlük yorgunluğuma varmış durumdayım. Diş ağrımaya devam ediyor. Bütan-gaz bekleyen birçok araba birikiverdi.

Sessiz, yalın insanlar. Tatile çıkmış insanlara benzemiyor­lar. Ama çıktıkları zaman benzerler. Radyoda bildiğim melodi­lerden biri çalıyor.

Dünya futbol şampiyonası bugün kulağıma çalınmadı. Bu da mutlulukların en büyüğü. Belki bundan sonraki şampiyona­dan önce bu dünyadan gitmiş olurum.

Şimdi İngilizce bir şarkı. Amerikalıların dili her ülkede anadil gibi geliyor kulağa.

Niş’te çantayı gerimde sürükleyerek bir eczane arıyorum. İstanbul’un herhangi bir banliyösünü andıran bir kentteyim. Ya da İstanbul’da mıyım. Çevremde dolaşan kalabalık, ülkemin herhangi bir kentindeki kalabalık. Dükkanlardaki mallar, cu­martesi sokaklarında alışveriş eden köylüler, kent ile iç içe gir­miş köy, arada bir güzellikleri ve iyi giyimleriyle dikkati çeken genç kızlar.

Kaynak: Yaşamın Ucuna Yolculuk, S.57-61