Sayfalar

ŞAHMARAN - SAê MORU / Kemal Kahraman

Şah-i Maran belki de Lokman Hekim´in oğludur. Bir gün, Lokman Hekim, kitabını alıp gitti; gidip bir ırmağın başında oturdu. Belki ölüme çare bulurum, diye düşünüyordu. Kitabını önüne indirip okumaya başladı.
Bu durum Hz. Peygambere ayan oldu. Dedi, „Lokman Hekim işte yine okuyor; şimdi ölüme çare bulacak. Ama bu iş Hakk´ın işidir; ona ne?“. Ahir Cebrail´i gönderdi, dedi ki, „ Hele bir sen git. Git, inşallah bir kanat vurup onun kitabını suya savur. Ki bu davadan vaz geçsin. Ahir Cebrail kanat vurdu, (Lokman Hekim´in) elindeki kitap uçup sulara gömüldü. Sadece 3 yaprak elinde kaldı.
Lokman Hekim´in karısı ise iki-canlı idi; hamileydi. Lokman Hekim hastalanıp ölüm döşeğine düşünce elinde kalan o 3 sayfayı çıkarıp karısına verdi. Dedi ki, „Bunları alıp saklayasın. Günü gelip de bir evlat doğurduğunda, ta ki o (kendisi) gelip bu 3 sayfayı senden istemeyene kadar katiyen söz etmeyesin ve ne de veresin. Hastalandı, dünyasını değiştirdi ve gitti.

Kadın (günü gelince) doğum yaptı ve bir oğlu oldu. Adını Camısan koydular. Camısan yedi yaşına geldi. (not: başka versiyonlarda burada atlanan önemli bir ayrıntı var; Camısan 7 yaşına gelince, annesi diğer çocuklar gibi onu okula gönderir. Ama Camısan aylarca gidip gelmesine rağmen ne okuma-yazma ne de hesap-kitap hiçbir şey öğrenemez. Sınıftan geri kaldı, bunun okumaya hevesi yok diye, bir gün öğretmeni elinden tutarak getirir, annesine teslim eder. Bunun üzerine de annesi onu bir demircinin yanına çırak olarak verir; bari bir meslek öğrensin diye… Ama Camısan aylarca gidip gelmesine rağmen bu meslekte de bir şey öğrenemez. Bir gün ustası, bu bir şey öğrenmiyor, demirciliğe hevesi yok, başka bir ustanın yanına çırak verin diye, elinden tutar ve annesine teslim eder. Annesi bu sefer de bir marangozun yanına çırak olarak gönderir; ama durum değişmez; Camısan babası gibi akıllı bır adam değidir, hiçbir şey öğrenemez. Sonunda çaresiz, annesi ona bir eşek alır ve bari oduncu olsun, bu şekilde ekmeğini kazansın diye artık okula da çıraklığa da göndermez. Büyük alim Lokman Hekim´in oğlu sonuçda ola ola oduncu olur.)
(Camısan) Çocuklarla gidip geziyordu; odun toplayıp getiriyordu. Bir gün yine çekip odun toplamaya gitti. Bir kütüğü kaldırdı ki, yani bir odundur alıp götürecek… Baktı ki bir sal taş (dümdüz-kapak gibi) çıktı. Sal taşı kaldırdı ki, altında bir küp var. Küp dolu, bal ile ağzına kadar iyice dopdolu…
Haber verdi arkadaşlarına, dedi; „Gelin hele, ben burada birşey buldum; hele nedir?“ Geldiler ki bir küp, bal ile dopdolu. Ama bilemiyorlar nedir. İçlerinden bir çocuk dedi, „Hele bir parmağını sür bu nedir; tadı nasıldır; sakın zehir olmasın?“ Camısan parmağını bir çaldı, (tadına baktı ki, meğer) tatlı bir şey. Dedi, „Arkadaşlar, tatlı, hoş bir şey durmayın hemen gidip kaplar getirin, bunu boşaltıp götürelim. Nasiptir, bize rast geldi.
Çocuklar gidip köyden kap-kacak getirdiler; bu balı küpten boşalttılar; çekerek kaplara doldurdular. Küpün altında az birşey kaldığında Camısan dedi ki; „Bana bir ip bağlayıp, beni aşağıya bırakın; ben gideyim. Kapları doldururum, siz çekersiniz. Bittiği zaman da, beni yukarı çekersiniz.
Getirip çocuğu bağladılar, kuyuya bıraktılar. Küpü boşaltıp, sonuna gelince yukardakiler „arkadaşlar, dediler, şimdi biz bunu çıkarırsak, bu kalkıp der ki, „yarısı benim yarısı da sizin. İyisi odur ki, gelin biz bunu burada küpte bırakalım. Gidip deriz ki, biz bilmiyoruz nereye gitti; kurtlar mı, götürdü, ne oldu; kaybolup gitti.“ Getirip ipi atıyorlar küpün içine, sal taşı da (kapak) tekrar üstüne kapatıyorlar. Çocuğu içerde bırakıp gidiyorlar. Evlerine gidip diyorlar ki, „Biz görmedik, nereye gittiğini bilmiyoruz.“
Camısan (küpün) içinde kalıyor. Az kalıyor-çok kalıyor bir gün bakıyor ki, küp delindi ve toprak dökülmeye başladı. Baktı ki, şu insanı sokan akrep´dir; küpü delip iç-tarafa gelmiş. (Kendi kendine) „Bu akrep aydınlık dünya´dan gelmiş; yukarıdan gelmiş. Ben bunun deliğini açıp takip edersem, sonunda aydınlık dünya´ya çıkarım“ dedi. Girişip ağır ağır küpü açmaya başladı. Toprağı arkasına atıp gitti. Artık çok mu gitti, az mı gitti, Şah-i Maran´ın mekanında çıktı.
Şah-i Maran´ın mekanında çıktı ki, yılanlar yığılmışlar üst üste; Şah-i Maran, ise sakalları gelip beline kadar düşüyor, oturmuş gövdesi üst taraftan insan, ondan aşağısı ise yılan; elleri yılan, ayakları yılan; dudakları çatlamış…
(Camısan) dedi „Ya Rabbin Alemi; şu benim bahtım ne kadar da kara imiş ki, sen beni getirip bunlara çıkardın…“
Şah-i Maran dedi, „Oğlum, korkma, gel benim yanıma… Sen onlardan ne kadar korkuyorsan; üç katıyla onlar senden korkuyorlar. Camısan süzülerek Şah-i Maranı´ın yanına gitti. Şah-i Maran dedi, „Ey Ben-i Adem/Ademoğlu, benim kusurum ne kadar büyükmüş… Siz Ben-i Adem yüzünden 700 yıllık konağımı bırakıp buralara taşındım; yine de ardıma düşüp gelirsiniz; kurtulamadım sizin elinizden.
Camısan dedi, „Ya Şah´ım şimdi ben artık gelip burada çıktım, sen beni ne yapacaksın?“ İşte, ne kadar yanında kaldıysa, az mı kaldı-çok mu kaldı; (bir gün) ondan minnet etti; dedi: „Kabul et minnetimi, beni aydınlık dünya´ya at.“
Dedi, „Oğul, bu sözden umudunu kes. Sen aydınlık dünya´yı göremezsin. Belqiya, Şah Temur´un oğlu var idi… Bu Belqiya Hz. Muhammed´i bulmak/görmek için geziyordu, ama bir yerde bulamadı/göremedi. Nice dolaştıktan sonra, gelip benim mekanımda çıktı. Benden minnet eyledi dedi, „Beni aydınlık dünya´ya çıkar… Beni Hakk´a bağışla, gidip Hz. Muhammedin Adı´nı arayacağım ki bulayım/göreyim. Bak o (bile) gidip aydınlık dünya´yı göremedi sen nereden göresin. İnancı kırıldı Camısan´ın, orada yanında kaldı…
Çok kaldı-az kaldı (bir süre sonra) dedi: „ Ya Şah´ım, sen öyle söyledin ama, peki o Belqiya nereye gitti/(Nerede); Hz. Muhammed´in adı´nı, onun cemalini gördü mü, görmedi mi? (Dedi), “O burada benim yanımda kaldı; feryad edip benden minnet etti, ne yaptıysam `Beni aydınlık dünya´ya çıkart´ dedi... Dedim “Sen aydınlık dünya´yı göremezsin. Ama gel, şu falan yerde (bir) çayır var; Cuma günü gidip orada bekle/saklan. İki koç gelecek oraya, kavga edecekler. Biri siyah, biri beyaz. Sen uzakta dur, “Ya Hızır” diyerek kendini beyaz koç´un üstüne at. O seni aydınlık dünya´ya atar. Eğer kendini kara-koç´un üstüne atarsan, seni 7 kat dünya´dan aşağı indirir.
Kalkıp gitti; gidip o çayırda bekledi. Cuma günü baktı ki, bir çift koç geldiler. Biri kara biri de beyaz. İkisi bir birlerine çaktılar. Belqiya da aniden beyaz koç´un üstüne atladı. Kara koç kendini sürdü öne ve onu 7 kat yerin altına götürdü. Onlar gidip Hz. Muhammed´in adını göremediler; aydınlık dünya´yı göremediler. Peki, sen nereden göreceksin. Bu davadan vaz geç.” (Camısan) yine onun yanında kaldı. Aydınlık dünya´dan umudunu kesti.
Çok kaldı-az kaldı (bir süre sonra) dedi: “Ya Şah´ım o, gidip yerin 7 kat altına düştü, sonra ne oldu?”
“O gidip, öyle bir dünya´ya çıktı ki, bu dünya gibidir. Gidip bir adamın yanında çoban oldu; hizmetkar oldu. Artık az-çok (bir süre) kaldı, ağasına dedi ki; “ Ya ağa, ben gelip bu dünya´ya düştüm; senden bir ricam var; sen beni aydınlık dünya´ya çıkarmalısın.
Dedi, “Kimse seni aydınlık dünya´ya götüremez. Yine de gel, orada bir çınar ağacı var. Zümrüt Kuşu gelip onun üzerinde yuva yapıyor. Her yıl yavrular çıkarıyor. Bir yılan alışmış/öğrenmiş her yıl gelip onun yavrularını yiyor. Sen oraya gidip, o yuva´yı beklersen, bu şekilde yılan´ı öldürmeyi becerirsen, belki o seni aydınlık dünya´ya çıkarabilir. Başka umudunu kesesin.
Belqiya çekip gitti; yay-okunu aldı ve o ağacı bekledi. Artık bir gün baktı ki, bir ejderha aşağıdan süzülerek ağaca çıkıyor. Feryat-figan düşmüş yavrulara, yavruların annesi dağların ardında imiş. Yavrularının sesiyle öyle öfkelenmişti ki, bir taş koydu kanatlarının üstüne, dedi, “Bu neyse gidip vurayım, her hakk´ın yılı bu kimdir, gelip benim bu yavrularımı yiyor.” Geldi.
Daha yavruların annesi gelmeden, Belqiya okunu atıp ejderhayı boynunun arkasından vurdu. Yılan yere süzülüp eridi, üst üste yığıldı. Zümrüt Kuşu geldi, yani ağacın altında ne görse vurup öldürecek; yavrularının öcünü alacak; yavrular dediler: “ Eviyıkılmayasıca sakın ha, vurmayasın; şu alttaki Ben-i Adem, bizi kurtardı. Bu durumda Zümrüt Kuşu, kanatlarının üstündeki taşı yere attı ve (Belqiya´ya) sordu.
Dedi: “Oğlum sen kimsin, benim bu muradımı yerine getirdin; yavrularımı kurtardın?.. Benden ne istersin, ben de senin muradını yerine getireyim.
Belqiya dedi ki: “ “ Başka bir muradım yoktur; beni aydınlık dünya´ya çıkarırsan, (tek) muradım odur.”
O (Zümrüd Kuşu) dedi; “Sen, beni zayıf yerden yakaladın. Bari git, bilmem kaç (kırk tulum dolusu) litre et, bilmem kaç tulum dolusu da su getir ve kanatlarımın üstüne otur; ben “açım” dedikçe et at ağzıma, ben “susuzum” dedikçe sen su dök boğazıma... Seni çıkartabilirsem artık bu şekilde çıkartırım, çıkartamazsam da (ne yapalım).
Delikanlı gitti, kaç litre et, kaç tulum su getirip (kuşun) kanatlarının üstüne indirdi. Kendisi de kanatların üstüne oturdu... Havalanıp yükseldiler. (kuş) dedi, “susuzum” su döktü boğazına; dedi “açım” et attı boğazına; ahiri sonunda getirip aydınlık dünya´ya çıkarttı... Camısan´ın umudu kırıldı...
Gel zaman-git zaman; epeyce kalınca dedi: “ Ya Şahım, peki o aydınlık dünya´ya çıktı; gitip ne oldu?
(Şah-i maran) dedi: “O gitip (bir) şehirde dolaştı. Orada bir hoca çıktı; dedi: “Kim benimle gelirse gidelim; yapraklar-otlar, ağaçlar-taşlar bütünüyle bize dile gelecekler. Bir ağaç da diyecek ki, kim gelip benim yapraklarımı ayaklarının altına sürerse, su onun için yumuşak toprak gibi olacaktır... Düşüp yola gideceğiz, bir mağara var ve bir ejderha onun kapısında (nöbetçi) bekliyor... Sultan Süleyman mührü o mağaradadır; ben İsmi Azam duasını okuyacağım sen “amin” diyeceksin; (böylece) ejderhanın ağzından çıkan alevleri keseceğiz... Ben gidip Sultan Süleyman´ın mührünü alacağım sen de Hz. Muhammed´in cemalini görürsün. Belqiya´yı da kendine takıp gitti...
(Herşey onlara dile geldi...) Biri dedi “Ben şu dermanın ilacıyım...” Öbürü dedi; “Ben şu dermanın ilacıyım...” Bir ağaç da dedi ki; “ Kim benim yapraklarımı ayaklarının altına koyarsa, su ona yumuşak toprak olacaktır.
Bunlar gidip o ağacın yapraklarını aldılar, ayaklarının altına koyup suyun üstüne çıktılar... Az gittiler-çok gittiler, kapısında ağzından alevler fışkıran ejderhanın durduğu mağaraya gittiler. Hoca, İsmi Azam duasını okudu, Belqiya “amin” dedi ki, ejderhanın alevi kısalsın... Hz. Peygamber tutup Cebrail´i gönderdi. “Yetiş Sultan Süleyman´ın mührünü kimse almamalı...”
Ahir Cebrail yetişti, kanat vurdu ve hoca´nın kitabı elinden uçup suya gömüldü... Hoca duayı unuttu ve ejderhanın ağzından çıkan alevler yine (büyüdü) devam etti ve hoca´yı yaktı. Belqiya geri kaçtı, ve (zor) kurtuldu. “Oğul, dedi (Şah-i Maran), o Hz. Muhammed´in Adı´nı göremedi, sen nereden bulacaksın/göreceksin! Gel bu davadan vaz geç.” Dedi ve gitti.
(Artık Camısan) az kaldı-çok kaldı, bir gün dedi ki; “ Ya Şahım, peki o ne oldu; gidip Hz. Muhammed´in Cemali´ni gördü mü görmedi mi?”
Dedi ki, “O gidip bir dağa rast geldi; 300 yıldır gezmekte/aramaktaydı... Elindeki asası artık erimişti, sadece tutamak kalmıştı; ayağındaki papuçları yenilmiş, bir tek üst kasnakları kalmıştı. Gidip bir dağa rast geldi ki, bir huri dağda oturuyor... “Merhaba” dedi... “Hayır ve selametle ol ey Ben-i Adem”... Huri dedi; “ Bu ne güzel bir yüz olmuş, ne iyi bir don´dasın...”
Belqiya sordu; “Sen burada ne bekliyorsun?”
Huri, “Hz. Peygamber beni buraya tayin etti; o hangi tarafa kıtlık, hangi tarafa bolluk dediyse (ben) o tarafa bolluk ve öbür tarafa da kıtlık yapıyorum.
Dedi, “Sen kaç yaşındasın?`
Dedi; “200 yıl benden geçti/geride kaldı.”
Dedi, „Senden bir ricam var; 200 yıl gelip senden geçmiş, peki sen Hz. Muhammed´in adını hiç duymadın mı?“
„Vallahi, dedi, ben duymadım. Ama git falan dağda benim bir ablam var; ondan 400 yıl geçmiş… (o 400 yaşında)… Belki o duymuştur; söyler sana…“
Ahiri kalkıp gitti. Gidip o dağa çıktı ki, bir Huri oturuyor… Selam verdi. O dedi: „ Aleyküm Selam ey Ben-i Adem. Hakk´a şükürler olsun sen tam da güzel bir dondan meydana gelmişsin?“ Sorularını sorduktan, bir birlerinin hal-hatırını sorduktan sonra Belqiya dedi:
“Sen burada ne bekliyorsun?”
“Ben burada nöbetçiyim.”
“yılların ne kadar/ Kaç yaşındasın?”
“400 yıl benden geçti.”
“Senden bir ricam var; sen şimdiye kadar Hz. Muhammed´in Adı´nı hiç duydun mu?”
Dedi: “Ben duymadım. Yine de gel git, falan yerde bir kapı var; iki kanatlı… „Ya Hz. Muhammed” de (kapıyı it.) Artık senin cezan, senin cefan bitmişse, kapı sana açılır ve içeri girersin... Yok eğer açılmazsa git bir o kadar daha gez ve gel.”
(Belqiya) orada secdeye geldi(diz çöktü) ve ağladı. Yola düşüp gitti ve bir dağa rast geldi. Baktı ki iki kanatlı bir kapı... Dedi “Ya Hz. Muhammed artık benim kusurum bitmedi mi... Senin ardından o kadar dolaştım ki, artık bende ayak kalmadı.” “
“Ya Hızır dedi, el attı kapıya; kapı açıldı, (o) içeri girdi. Sonunda da (Şah-i Maran) dedi ki, “O bu kadar azap gördü, aydınlık dünya´yı göremedi, sen nereden göreceksin.”
(Yine) epeyce yanında kaldıktan sonra (Camısan) dedi ki; “Ya Şahım, kapı açıldı ve (Belqiya) gidip Hz. Muhammed´in cemalini gördü; neden hala diyorsun ki, sen aydınlık dünya´yı göremezsin; senden ricam odur ki, beni aydınlık dünya´ya çıkarasın.” (Şah-i Maran) dedi: “Gel yemin et ki, hamamda banyo etmeyeceksin, şehirde falan kalmayacaksın, o zaman seni aydınlık dünya´ya çıkarırım...”
Dedi: “Yemin olsun, yemin olsun, yemin olsun ki, ne şehirde kalacağım ne de hamama gidip yıkanacağım...”
Onun bedeni yılanınki gibi palanqın/kuru-çatlamış olmuştu; bütün alacalıydı. Kim Şah-i Maran´ı görürse öyle olur.
Bir çift yılan getirdi, Camısan´ın gözlerini bağladılar; Camısan yılanlara bindi ve onaları sürdü; gözleri kapalıydı. Nerelerden götürdülerse, sonunda onu aydınlık dünya´ya çıkardılar.
Salavat getirdi; çekip gitti ki, yaşlı annesi (ağlamaktan) kör olmuş; bir eşeği var; kendi halinde bir köşede duruyor. Gidip dedi: “ Anne durma.” Yüklerini, yataklarını topladılar, eşeğe yüklediler. Annesi dedi: “ Oğlum nereye gidiyorsun?” Camısan dedi: “Ben şehirde duramam, taşınıp bir dağa gideceğim.” Gittiler, bir ormanda, küçük bir delikte kendi halinde yaşamaya başladılar. (Banyo yapmak istediğinde) bir tenekede su kaynatıp yapıyordu.
Bir gün bu şehrin paşasında bir dert çıktı; bir yara. Yüzünü ve bütün vücudunu tuttu. (Vücudu) kurudu, çürüdü. Nice doktorlar, cerrahlar gezdiler bir çare bulamadılar. Bir hoca vardı; bir gün çıkıp konağa geldi. Kitabını indirdi/kurdu ve okumaya başladı. Dedi; “Paşam senin derdine derman yoktur. Yalnızca sen Şah-i Maran´ı getirip, kesip; üç kere kaynatarak onun suyu ile kendini yıkarsan sen iyileşirsin. O olmadıkça sana iyileşmek yoktur.
(Paşa) dedi: “Peki biz Şah-i Maran´ı nereden bulacağız?” Dedi: “İşte o zor. Hayrına bütün insanlara çağrı yap, getir hamamda suya girsinler, yıkansınlar. Artık kimin bedeni (yılanınki gibi) çatlarsa, Şah-i Maran´ı da o gidip getirecektir.” İlan ettiler, hiçbir yerde kimse kalmadı; getirip hamamda suya soktular. Kim kaldı-kim kalmadı? (Dediler) Filan dağda, Geme Ceme Sür'de(Kırmızı Irmak Ormanında) bir delikanlı kalmış. Jandarmaları gönderdiler, dediler gidin onu da getirin.” Gidip getirdiler, dediler: “Gel hamamda banyo yap.
Dedi; “Ben hamamda suya girmiyorum. Ben tenekede su ısıtıp, öyle banyo yapıyorum.”Hayır dediler, senin de banyo yapman gerekir; (paşa) hayır için bütün milleti çağırdı, getirip burada banyo yaptırdı. Peki sen neden itiraz ediyorsun?” (Camısan) bir çare bulamadı. Giysilerini çıkardılar, çıplak ettiler ki, bedeni yılanınki gibi palanqın/alacalı.
Dediler, “Sen Şah-i Maran´ı nerede gördüysen, getirmen gerekir. Getirmezsen boynunu vuracağız. Şah-ı Maran gelmezse Paşa ölecek. Bu derin derin düşündü, bir çare bulamadı. Kendini kurtaramadı. Dedi, „Ben niye başımı vereceğim ki, ben gidip o kuyudan küpe düştüm, böylece gidip gördüm. Sizi küpe götüreceğim, gidip kendiniz alıp getirin. Ben niye başımı ağrıtıyorum ki. Hadi, nerede gördüysem sizi oraya götüreceğim.“ (Onları) alıp küpe düştüğü yere götürdü. Dedi, „ Ben buradan gidip gördüm, siz de gidin bulun getirin.

Hoca kitabını kurdu, okudu okudu okudu... Sonunda baktılar ki, Şah-i Maran delikten yukarı çıktı. Yukarı çıkınca Camısan (oradakilerin) arkasına kaçtı. Şah-i Maran dedi; “ Neden başkalarının arkasına kaçıyorsun; gel sen hain çıktın. Sen benim adımı söylemeyeceğine ikrar/söz verdin, yine de sen benim adımı verdin. Gel beni omuzla, neden kaçıyorsun?” Camisan geldi, onu yüklenip götürdü. Şah-i Maran ona dedi ki, “Şimdi beni götürdüklerinde, sana diyecekler ki, bunu kes biz kaynatalım. Olmaya ki sen beni kesesin. De ki, ´Ben getirdim siz kesin...” (O zaman) Hoca beni keser, doğrar ve ateşe koyar... Kaynadığı zaman (suyun) üstünde biriken ilk köpük safi zehirdir. Olur da sana verirlerse, olmaya ki sen içesin.(sakın içmeyesin). Sonraki köpük üstünde birikince, kim onu içerse Lokman Hekim olur. Bütün dünya Lokman Hekim´in gözleri önüne gelir. (Her şey ona ayan olur.)
Alıp götürdüler. Onlar ona(camısan´a) dediler; “Sen kes.” Dedi; “Hayır, ben kesmiyorum. Ben getirdim, siz de kesin.“ Hoca götürüp kesti; üç parçaya böldü ve kazana attı. Kaynamaya başlayınca, biriken ilk köpüğü bir tasa koyup Camısan´a verdiler ve dediler ki; „Al iç.“ Camısan dedi, „Çok sıcak, şuraya indir. Hem neden bana veriyorsun ki!“
Masanın üstüne indirdiler… Sonuncu köpük de (suyun) yüzünde birikince bir tasa koyup, şuraya indirdiler ki biraz soğusun, birden biri Hoca´ya dedi; „ Paşa çağırıyor.
Hoca kalkıp Paşa´nın yanına gitti ki, hele ne diyor… (Camısan zehir dolu tası) götürüp öbürünün yerine koydu ve onu da içti.
Camısan, Lokman Hekim oldu, dünya gözlerinin önüne geldi/her şey ona ayan oldu. Hoca nasıl geldiyse, dolu tası kafaya dikti; oracıkta çatlayarak öldü. Çünkü zehirdi… Hoca ölünce, Camısan üçüncü suyu götürüp Paşa´ya banyo yaptırdı. Bütün yaraları-bereleri döküldü ve Paşa iyileşti.
Camısan da köpüğü içip Lokman Hekim oldu. Artık her şey ona göründü. Evine geldi, dedi; “Anne, babamın kitabından sayfalar kalmıştı, onlar evde mi? Bana getir. Gidip getirdi ve ona verdi. O artık bundan sonra Lokman Hekim oldu.
Bak, Belqiya o kadar gezdi, gidip Hz, Muhammed´in adını gördü. Camısan gidip o kadar gezdi, gelip aydınlık dünya´yı gördü.
Masal bitti, onlar da gidip muradına erdi.




Anlatıcı; Mırsayé Sılemani(Dersim-110 yaşında)
Derleyenler; Gulperiye ve Mustafa Düzgün
Kaynak; Berhem Ve Munzur Dergileri-1994
Çeviren: Kemal Kahraman