Sayfalar

"Bal'ın hakikati" Bejan Matur

'Aynanın önü ve arkasında olanlar' Semih Kaplanoğlu'nun sinemasını en iyi anlatan metafor bu. Çünkü Kaplanoğlu bize bir şeyi göstermiyor, o şeyiniçine çağırıyor. Hatta çağırmakla kalmayıp içine kapatıyor. Bir tür kuantum alanı gibi. Her gün yanından geçip gittiğimiz, belki düşündüğümüz ama yeterince hissedemediğimiz anları, halleri izleyicisine yaşatıyor. Sinemada yarattığı yeniliği eleştirmenler anlatacaktır. Ben filmindeki şiirle ilgiliyim. Kelimelerin gerisindeki alanı ve derinliği fark eden bir yönetmen olarakmuhayyilesinde birikenlerle. Bal'ın bize gösterdiği derinlik, daha doğrusu yaşattığı derinlik şu ana kadar benim bildiğim yerli sinema örnekleri arasında yok.
Bazı filmler ruhunuzda bir yere değer. Bazıları ise değmekle kalmaz öyle bir yerin var olduğunu size hayretle fark ettirir. Kim Ki Duk'un, 'İlkbahar, yaz, sonbahar, kış, ilkbahar...' filmi, Nagisa Osima'nın 'Duygu İmparatorluğu', Taviani kardeşlerin 'Kaos'u, Tarkovski'nin 'Ayna'sı o hayretin iyi birer örneğidir.Aradan geçen onca zamana rağmen etkisi süren bu sinemanın sırrının nihayet Semih aracılığıyla bize de açılmış olması ne büyük bir şans. Bal'daki derinlik, bu topraklarda var olan ama bize henüz gösterilmemiş olan derinlik. Belki edebiyattan bildiğimiz ama görselliğe taşıyamadığımız.

Bal'ın başarısı tanımadığımız bir zaman ve hakikat algısını görselleştirmesinde. 'Sadece estetik kaygı veya gerçeklik kavramından öte, zamanın bende daha derin karşılıkları var' derken Kaplanoğlu'nun neyi kastettiğini Bal'da görüyoruz.Sözünü ettiği o derin karşılığın dilini kurabilmesi büyük bir imkan bir yönetmen için. Bunu başarmış olmak elbette onun kainat, varlık algısıyla ilgili.

Kaplanoğlu'nun bizi götürdüğü derinlik sadece ormanın derinliği değil. Salonda ışıklar sönüp ormanın derinlerine daldığımızda, ormanı bir varlık alanı gibi yaşadık. Filmin dakikaları bitse de Semih'in kamerasıyla dokunduğu yer kapanmadı. Ve etkisi devamla var. Ruhta kurduğu zaman işliyor hâlâ. Zaten iyi sinema da bu değil midir.Aslında olan ama farkında olamadığımız bir oluşu fark ettirmesi. Tıpkı şiir gibi. İmgelerin alanından ses vermesi.

Ve iyilik... Semih'in filmlerini diğer başarılı sinemacılardan mesela Nuri Bilge Ceylan'dan ayıran en önemli özellik filmlerindeki iyilik teması. Çünkü Semih, ruhun alanını iyilik ön kabulüyle ele alıyor. Varılacak yerde hep iyilik görüyor. Onun şeylere yaklaşımı, mekana, nesnelere, insana yaklaşımı çok sessiz görünse de gerisinde büyük bir dil var. Atmacanın, ormanın, derin ağaç gövdelerinin, masaya konan kırmızı elmaların, masa örtüsünün var olduğunu bizimle kurdukları fasılasız ilişkiden anlıyoruz. Bizimle konuşuyorlar çünkü onların varlık perdesi, izleyiciye aktarılmak üzereyönetmen tarafından kaldırılmış. Manayı kelimenin kalbine indiren nedenleri sezen bir yönetmen olarak Kaplanoğlu izleyicisine görünenin gerisindekini aktarıyor. Şiirin alanı o. Yüksek idrakin alanı. Bu idrakin yansımasını en iyi kurduğu karşıtlıklarda görüyoruz.

Doğaya ait bütün o belirsiz formların içine yerleştirdiği net geometriler onun sinemasındaki gizli matematiğe işaret ediyor. Mesela okuldaki çocukların yaydığı saflığın ve ışığın ortasına yerleştirdiği fanustan yansıyan dikdörtgen kırmızı okuma kokartları rasyonel olanı temsil ediyor. Yakup'un atölyesindeki keskilerin, bıçakların yerleştirilme biçimi keza. Arı kovanlarına ulaşmak için kurulan makara sisteminden iplere, mekaniğin doğa ile buluştuğu yerde kurulan karşıtlık filmde yakalanan hiçbir güzelliğin tesadüfi olmadığını gösteriyor. Ruhsallıkla taçlanmış yüksek bir akıl var filmde. Ve bana kalırsa filmi başarılı kılan da bu yanı. Ham bir doğa güzlemesi değil. Belli ki Kaplanoğlu, aklı kalbin emrine vermenin mucizesini keşfetmiş.Sinemasını anlatırken külli iradeden söz etmesi boşuna değil; 'Bu dünyanın görüntüsünün sadece görünenden ibaret olmadığı. Külli bir iradenin içinde onun da varlığını sezerek yaşıyor olduğumuz.' cümlesiyle kendisini anlatması tesadüf olabilir mi?

Bir de Yusufvar tabii. Daha doğrusu filmde Yusuf, temsil ettikleriyle var.Çünkü Semih bize çocuğu göstermiyor, çocuk aracılığıyla bir ruhu gösteriyor. Mucizeyi gösteriyor. Anlatılanların Yusuf'un gözünden aktarılmaması yönetmenin net seçimi. "Çocuğun gözünden anlatılan hikaye" sığlığına ve sömürüsüne düşmeden bir hakikate işaret edilebileceğini kanıtlıyor.Filmdeçocuğun aracılık ettiği bir ruhsal alan var. Çocuk bir ruh orada, ruha varışın aracı. Adı, imgesi, hakikatiyle insanın başlangıç hikayesine göndermeler yapan bir figür Yusuf.

Filmi izledikten sonra içine girdiğim sessizliğin neyle ilgili olduğunu anlamayaçalıştım. Değil mi ki iyi filmler bende hep sessiz kalma ve yürüme duygusu uyandırır. Ama Bal'da tanıdığım bu histen fazlası vardı. Çünkü film bittiğinde herkes öyle bir derinliğe ve sessizliğe çekilmişti ki, çoğu tanıdık olan izleyiciler salondan görünür bir sessizlikle dağıldılar. Film izleyicilerine birbirleriyle vedalaşmaları için bile bir kelime bırakmamıştı. Kendisi konuşuyordu çünkü. Dipten dibe ruhta işliyordu. Muhteşembir sessizlikti.

Bal'ı izledikten sonra, bu dilsiz olmayan sessizliği bize yaşatan Semih'le aynı ülkede yaşamanın, onu tanımanın gururunu hissettim. Ve beni daha da mutlu eden Almanya'dan verilen ödülün nasıl hak edilmiş olduğunu görmekti. Haniödül konjonktürel de olabilirdi. Susuz Yaz'dan sonra elli beş yıl geçmiş ve sıra bir Türk yönetmene gelmiş olabilirdi. Ama değil işte. Semih yarattığı dünyanın içine haklı olarak Berlin jürisini de çekmeyi başarmış. Ve kendi mucizesine, ki hayattır o, onları da ortak etmiş.

Orhan Pamuk, Yeni Hayat romanına 'bir kitap okudum vehayatım değişti' diye başlamıştı.Türkiye'deki sinema izleyicisi Semih'inBal filminden sonra, aynı iddialı cümleyi artık gönül rahatlığı ile kurabilir. Çünkü bildiğimiz bütün anlatım olanaklarını zorlayan, bilmediğimizi bize kanıtlayan bir sinema ile karşı karşıyayız.