Sayfalar

Yılmaz Güney şiiri - Haydar Ergülen

Yılmaz Güney hangi şaire benzetilebilir acaba? Yaşar Kemal ya da Orhan Kemal şair olsalardı, coğrafi yakınlıklarından ve ele aldıkları, dile getirdikleri insani, siyasi ve toplumsal gerçekliklerin benzerliği açısından, Yılmaz Güney'i onlara benzetebilir miydim? Çukurova, ırgatlar, faytoncular, yoksulluk halleri... Sonra 'tamamlanmamış bir macera' olarak Ahmed Arif'in şiirlerindeki ve Yılmaz Güney'in kimi filmlerindeki eda, söyleyiş, 'akraba' gibi gözükse, yakın dursa da, bir benzerlik için yeterli gözükmedi bana. Nâzım Hikmet'i ise hiç düşünmedim, elbette kimseye benzemediğinden, benzetilemeyeceğinden. Belki Yılmaz Güney de kimseye
benzetilemezdi, ne bir şaire, ne bir romancıya.
Yılmaz Güney'i yalnızca 'sinemanın şairleri'


ne benzetebilirim, omların arasında sayabilirim: Siyah-beyaz bir şair olan Bresson'a, özgürlüğün ve devrimin şairi Pasolini'ye ve yalnızca bir filmiyle bile, 'Aşk Irmakları', sinemanın en 'aykırı' şairlerinden olan John Cassavates'e. Bunuel'i, Abbas Kiorastami'yi, vb... elbette unutmuyorum. 'Sinemanın Şairleri' şiir yazmazlar, film yaparlar ve onları diğer iyi sinemacılardan ayıran yalnızca yaptıkları filmlerin benzersiz olması değil, bir sinema adamı olarak tavırları, davranışları, söz ve eylemleridir. Bir şairi yalnızca şiiriyle de değerlendirebilirsiniz, poetikası ve politikasıyla da. Sinemanın Şairleri filmleriyle de 'devrim' yapan adamlardır ve Yılmaz Güney, yalnızca yönetmen olarak değil, oyuncu olarak da şiiri olan adamdır benim için. Filmin ve karakterin adına bakın, 'Çirkin Kral', işte kendini hiçleştirmenin umarsız ironisi, bir şairden başka kim yapabilir bunu?
Şair de bir anlamda 'çirkin kral' değil midir? Yakışıklılar romancı oluyor!
Yılmaz Güney'in filmlerini dönemlere ayırmak ve öyle incelemek sinema araştırmacılarının işi. Benim için Yılmaz Güney, köy fimlerinden kabadayı filmlerine, 'Umut'tan 'Arkadaş'a, 'Yol'dan 'Duvar'a sayısız filmiyle, naif ressamlar benzeri bir naif şairdir. Şair yerine, şiiri olan adam demek daha doğru. Şair, 'şiiri olan adam' anlamına gelmez her zaman, ikisi farklı şeylerdir, şair için 'şiiri yazan kişi' demeyi tercih ederim. Şiiri olanınsa bunu yazmaya ihtiyacı yoktur. Şair çok, şiiri olan pek fazla kimse yok. Yılmaz Güney işte o 'şiiri olan' adamlardan. 'Şiirli bir anlatım' ya da 'şiirsel gerçekçilik' türünden klişe tanımlar, onun sinemasını ve şiirini anlatmada biraz gülünç kaçabilir. Fakat isteyen Güney'in hayatı, eylemi ve filmlerindeki şiiri açık bir yürek ve gönül gözüyle görebilir: 'Baba'daki yenilmişlik, 'Umutsuzlar'daki yokluk, 'Arkadaş'taki yalnızlık, 'Umut'taki umutsuzluk, 'Sürü'deki göç, 'Yol'daki çıkmaz, 'Duvar'daki şiddet... Hepsi de bir bakıma şiirin gözde konuları, kavramları, imgeleri, dizeleri değil midir?
Fakat bundan da önce insanın hakikate doğru yolculuğunda konakladığı hanlar, oteller, odalar, sokaklardır hepsi. Ve Yılmaz Güney'in yapıtı da, tıpkı 'jest sahibi' şairler gibi, Ece Ayhan, Can Yücel, Nâzım Hikmet, Cemal Süreya, yaşamına benzer. Bir sinemacıdan çok bir şair hayatı sürmüştür kısacık yaşamında Yılmaz Güney. Üstelik tam yerinde, Türkiye'de: Gözaltılar, hapisler, yasaklamalar...
Yılmaz Güney'in devrimciliği, sosyalist olmayı da içerse de, onunla sınırlı değildir: Yeniliği, farklılığı, cesareti, değişimi, yıkıp yeniden kurmayı, iktidara hiçbir biçimde ve düzlemde ortak olmamayı, onun büyük ya da küçük hissedarları arasında yer almamayı da içerir. Tıpkı sinemanın diğer şairleri gibi. Ölümünün 27. yılında Yılmaz Güney'i, Müslim Çelik'in 'Çikin Kıyal' şiirinden dizelerle, saygıyla selamlıyorum: "Dedim kaç umut'a sığdırdı acıları ölümsüzdür/ dedi ateşin açığa çıkaracağı sır bu/.../ ötüşür kuşlar zincir lir halinde/kıral özgür, gül koklatılır gömülür."