Sabah beyaz bir ışığa uyandım sanki. Perdeyi kapatmadan yatmıştım. Komodinin üzerindeki kol saatime bakıyorum, saat sekiz var yok. Yoğun bir sessizlik… Bu sessizlik mi uyandırdı beni? Kırma aralık kapıdan süzülüp doğruca yatağa, göğsümün üzerine zıpladı. Köpek gibi yüzümü yalıyor. Karnı aç. Benim de. Battaniyeyi üzerimden atıp Kırma'yı yere bıraktım ve doğruca pencerenin önüne gittim. İnanılmaz bir manzara! Yer gök bembeyaz. Kar lapa lapa yağıyor. Sessizliğin nedeni anlaşıldı. Aşağıya doğru bakıyorum; otoparktaki bütün arabalar tek renk. Kar yorgan gibi her şeyi örtmüş...
Üç gün önce spiker ifadesiz yüzüyle doğudan batıya kayan soğuk hava dalgasından ve beklenen şiddetli kar yağışından söz ederken de biliyordum: Gelemeyeceksin! Bu hafta sonu gelmek için can atan sendin oysa. Kim bilir, biliyordun belki karın yağacağını… Bu aptalca düşünce sinirimden güldürüyor beni. Yine o yalayıp geçen, belli belirsiz öfke.
Birden gece gördüğüm düşü anımsıyorum hayal meyal. Gergin bir ipin üzerinde birbirimize doğru yürüyen iki ip cambazıymışız. Altımızda yüzlerce meraklı göz bizi izliyor. Şaşkınlıkla, hayranlıkla, küçük çığlıklarla. Her adımımızı tartarak ve aşağıya hiç bakmadan ilerliyoruz. Gözlerimiz birbirimizde. Her adımda biraz daha uzaklaşıyoruz yaklaşacağımız yerde. Alnımızda boncuk boncuk ter damlaları. Gözlerini görüyorum, cam gibi, donuk bir ışıltıyla parlıyorlar. Sonra bir çığlık! Kimin çığlığıydı, bilmiyorum, anımsamıyorum gerisini. Gece uyandığımda bu düşü görüyordum. Kalkıp tuvalete gitmiş, sonra cezvede bir bardak süt ısıtıp içmiştim
Kırma'nın kuyruğu bileklerime dolana dolana mutfağa geçtim. Çaydanlığı ocağa oturtup ilk iş onun mamasını hazırladım. Akşam yarıladığım sigara paketi mutfak masasının üzerinde öylece duruyor. Çıldırtan bir davetkârlık! Aç karnına içmemem lâzım biliyorum ama dayanamıyorum işte, içinden bir tane çekip ocağın ateşinde yakıyorum. Derin bir nefes! Aspiratörü açıp üflüyorum.
Giderek yoğunlaşan işlerini düşünüyorum. Bizi birbirimize bağlayan şeyin ne olduğunu… İki yıl önce tanıştığımızda mı daha çok nedenim vardı seni sevmek için, şimdi mi, bilmiyorum. O zaman aramızda kocaman bir engel vardı üstelik, dikenleri durmaksızın yüreğimi yırtan, kanatan bir engel. Şimdi o engel de yok. Yüzünün ve sesinin giderek silikleşmesi niye öyleyse? Benim çok sevdiğim bazı şairleri kendi dillerinde, hatta ezbere okuyor olman büyülemişti beni önce. İncecik bir duyarlılık olarak algıladığım ne çok şey var seninle ilgili. Ne yapıyorsun şu anda? Gözlerim telefonumu arıyor. Ama hayır, önce sen aramalısın.
Aslında hiçbir şey kâr değil insana
Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi
Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara
Mutlu aşk yoktur ki dünyada *
Elimde çay bardağı, camın önündeyim. Göksel bir el değmişçesine değişti sokak. Dünya beyaza kesti. Buğulanan camı siliyorum. Ben sildikçe yeniden buğulanıyor. Kar taneleri durmaksızın danteller örüyor cama. Garip bir duygu. İçinde yaşadığım bu ev, bu oda birden havalanıp, başka bir dünyaya, zamansız ve mekânsız bir boşluğa konmuş gibi. Arabalar, banklar, çöp bidonları, yolun kenarına bırakılıvermiş bisiklet, bütün o eskimiş renkler, çatılar, ağaçlar, balkonlar, pervazlar karla örtüldü. Dayanılmaz bir güdüyle pencerenin koluna gidiyor elim, zorlukla açıyorum, ne çabuk yığılmış bunca kar! Kristalize bir soğuk yüzümü yalıyor, kar taneleri yüzüme ve ellerime düşüyor. Soğuk havayı derin derin içime çekiyorum. Bu, her zaman soluduğum, solumaya alışık olduğum hava değil; başka bir gezegenden bir süreliğine dünyamıza üflenmiş bir soluk gibi.
Televizyonun karşısındaki kanepeye oturup uzaktan kumandayı aldım elime. Rastgele basıyorum tuşlara. Karlı görüntüler, trafikte kalan araçlar; bağrışan, şikâyet eden insanlar… Eski bir yeşilçam filmi… Ürkünç görüntülerin hızla aktığı bir çizgi film… Kapıyorum televizyonu da. Belki bir film izlemeliyim. Gözüm en son yurtdışı yolculuğundan getirdiğin 'after eight' kutusuna gidiyor. Bir tane alıp atıyorum ağzıma. Yoğun bir nane tadı. Damağımda tutup kendi kendine erimesini bekliyorum. Kırma gelip yanıma kıvrılıyor. Elimi onun yumuşacık, inip kalkan sırtında gezdiriyorum. Müzik setinin uzaktan kumandasına basıyorum bu kez: Vivaldi… İleri sarıyorum. Tam 'kış'ta başlatıyorum. Yaylılara Kırma'nın hoşnut mırıltısı eşlik ediyor. Tam 'largo'da, soğuk bir rüzgâr esmeye başladığı anda, "çıt!", elektrikler gidiveriyor.
Açıyorum gözlerimi. İçimde bir ses şimşek gibi çakıyor. Hep bastırdığım.
-Ben senin için dünyaya kafa tuttum ulan! Aileme, arkadaşlarıma, kendi kendime hatta! Ben senin için… Dünyaya!..
"Son buluşmanızda hep adını duyduğun ama hiç gitmediğin o şık restorana götürdü seni. Mum ışığında yediniz. Dudağının kenarında hangi filmdeki, hangi aktörden olduğunu anımsayamadığın yabancı bir gülücük. Zehirli bir kelebek gibi. O da farkında ama engel olamıyor sanki. Garsonlar etrafınızda dört dönüyor. "Tanıyorlar seni!" diyorsun. Birkaç sefer geldim, diyor. Hafiften göbeklendiği daha çok dikkatini çekiyor, orada, o masada. Oysa sen onu salaş balıkçı lokantalarında sevdin. Sen onu simitçi çocuğun başını okşarken, verdiği paranın üstünü almadığında… Sen onu pişirdiğin dibi tutmuş pilavı iştahla yerken… Sen onu…"
Elektrik olmadığından asansör çalışmıyordu, sekiz kat merdiveni garip bir neşe ve hafiflikle, basamakları birer ikişer atlayarak indin.
Binanın dış kapısını açar açmaz buz gibi bir soğuk çarptı yüzüme. Kar incelmiş. Biri yukarlardan minik konfetiler serpiştiriyor sanki. Yerleri örten kar henüz bâkir, kenarda köşede tek tük ayak izleri. Birkaç çocuk var yalnızca, bahçenin karın en yoğun olduğu göbeğinde bir kardan adam yapmaya başlamışlar. Bu bembeyaz örtüyü kirletmekten korka korka yürüyorum. Kabanımın içi muflon; başım, yüzüm, gözüm sarılı; sıcağım henüz. Aralıyorum atkımı biraz, ürpermek istiyorum; kar taneleri yüzüme, gözüme, kirpiklerime, dudaklarıma, hatta dilime değsin istiyorum.
Cadde her zaman yürüdüğüm, yanımdan yöremden vızır vızır araçların aktığı cadde değil. Sihirli bir değnek dokunmuş da yaşam donuvermiş sanki. Zamansız ve mekânsız bir boşlukta yürüyor gibiyim. Yaşam dediğimiz neydi sahi? Her günkü o tıknefes koşturmaca mı, yaşamı onlarsız düşünüp hayal edemediğimiz bütün o zorunluluklar mı, her gün görmekten çirkinliğini ve boşunalığını algılayamaz olduğumuz bütün o "şey"ler mi? Yürüyorum ve Platon'un mağarası'ndaki insanı düşünüyorum her nedense. Beyaz, gözlerimi körleştiriyor ama içimde durmaksızın gücü artan bir ışık.
İşte, evlerin sona erdiği alan… Uçsuz bucaksız bir denizin ortasındaki bir yelkenliymişim, bir dağın tüm dünyayı tepeden gören zirvesiymişim, elimi uzatsam, yaşamın, var oluşun o kristalize özüne dokunuverecekmişim gibi. Yaşamın derinlerden gelen senfonisini dinliyorum. İşte, orada! Bir an için yüzünü bana gösterip, kayboluyor. Binlerce yıldız çiçeği açıyor sanki içimde bu kısacık anda, birbiri ardına havai fişekler patlıyor.
Biliyorum… Akşama doğru ya da en geç yarın, yaşam yeniden "normal"e dönecek. Kar eriyecek. Gri beyazı insafsızca alt edecek. İnsanlar yeniden arabalarının kontak anahtarlarını çevirecek, işlerine, okullarına gidecek, alışverişe çıkacak, hesaplar yapacak, zamanı dilimlere bölecek, nefes nefese yine bir yerlere yetişmeye çalışacak.
Ama ben şu anda mutluyum. İçimde ılık bir ışık. Çocuklar da mutlu. Onların içindeki ışığı da görebiliyorum. O yana doğru yürüyünce hemen etrafımı sarıyor ve bana sevinç dolu çığlıklarla kardan adamlarını gösteriyorlar. Yanakları kıpkırmızı, gözleri başardıkları işin sevinciyle ışıl ışıl. Kardan adam hemen hemen bitmiş, kömürden gözleri ve havuç burnu bile tamam, ekleyebileceğim fazla bir şey yok. Ama hayır, var. Boynumdan atkımı çıkarıyorum, kardan adamın boynuna doluyorum.
Sekiz kat merdiveni soluk soluğa tırmandı. Tam katına çıkan basamaklara gelmişti ki derinlerden telefonunun sesini duydu. Durmadan çalıyordu. Telaşla çıktı kalan basamakları, doğru anahtarı zorlukla buldu, kilide sokup çevirdi. Botlarını çıkarmadan, bastığı yerleri ıslata ıslata, peşinde kedi, telefonun çalıp durduğu odaya koştu; kaplan gibi atıldı üzerine. Ama aynı anda kesildi ses ve ekranda arayan numarayı gördü. Birazdan yine arar diye düşündü. Üzerindekileri çıkardı. Mutfağa geçip kahve suyu koydu. Tam o anda elektrikler geldi ve kapatmayı unuttuğu müzik kaldığı yerden başladı. Başa sarıp 'ilkbahar'dan başlattı bu kez. Bir an durakladı. Sonra ani bir kararla telefonu yeniden eline aldı ve kapattı.
Gülümsüyordu. Yapacağı her şeyi önceden planlamış gibi, balkona kuşlar için ekmek kırıntıları serpti. Yine bir anlık bir duraksamadan sonra yarı yarıya dolu sigara paketini avucunda buruşturup çöpe attı. Sonra fincanı elinde salon camının önündeki berjere kurulup, kırmızı atkılı kardan adamı ve etrafında neşeyle oynaşan çocukları hep aynı gülümseyen yüzle izlemeye koyuldu.
*Louis Aragon